Son Ana Kadar! Bir And Anatomisi

Hayat hep zorluklarla doludur; kimi zaman otobüse kartı gösterir içinde paranın bittiğini öğrenir, kimi zaman banka sırasında sıkıla sıkıla saatlerce bekler, kimi zaman da kaldırımda yürürken kenara çekilmeyip üstünüze yürüyen insanlar görürsünüz. Evde, okulda, işyerinde, yolda ve hatta piknik yerinde bile. Kısacası dört bir yanımızı kuşatmıştır zorluklar imparatorluğu. Ama küçük ama büyük tüm bu zorluklar içinde nefes alıp verir, hayata ucunda da tutunmaya gayret ederiz.

Başka bir açıdan bakmak gerekirse bir yoldur hayat, biz de birer yolcu haliyle. Yol dediğin de güçlüklerle giriftar olmuş bir kelime… Bu sebeple, bahsettiğimiz meşakkatler bizi zaman zaman darlanmalara, depresyonlara götürebilmekte, yaşam enerjimizi adeta sünger gibi içine çeken bir sülük haline döndürebilmektedir. Bu yazıyı kaleme almamda vesile olan adam da tam olarak bu bahsettiğim tabiri caizse hayatın kendisine taktığı çelmelere rağmen ayakta kalmış, hatta düşse bile başını dik tutabilmiş bir şahsiyettir. Kimden mi bahsediyorum: Mehmet Ali Birand.

İsmi görünce aklınıza günlerce haber programlarında, gazete manşetlerinde boy boy resimleri basılan, dakikalarca konuşmaları yapılan, o güler yüzlü simasıyla zihinlerimize kazınmış insanı hayalinize getirmekte eminim ki hiç zorlanmamışsınızdır. Nitekim yıllar sonra, onu sağlığında izleyememiş olacak birçok insan bile o güler yüzü anacaktır. birandNeden mi? Aslında bu yazının inşa sebebi de tam olarak bu durumdan başka bir şey değil. Nasıl böyle bir isim olunabilir, ya da meşhur olunmasa bile böylesi bir sevgi ve ilgiye mazhar olunabilir, bu yazıda Birand üzerinden bu mevzulara temas etmeye gayret edeceğim.

Öncelikle, Birand hakkında derlediğim, hayatında karşılaştığı başlıca zorlukları özetlemek istiyorum:

  • Babası, O 2 yaşındayken öldü,
  • 3 yaşındayken bacağına dökülen kaynar su sebebiyle 5 ayrı ameliyat geçirdi,
  • Liseyi dayısının, okul masraflarını üstlenmesiyle okuyabildi,
  • Ekonomik zorluklar sebebiyle 1 yıl dahi devam edemeden üniversiteyi bırakmak zorunda kaldı,
  • Evlendikten sonra başladığı muhabirlik mesleği gereğince tam 20 yıl Brüksel muhabiri olarak Belçika’ da kaldı,
  • Ölmezden evvel pankreas kanserine yakalandı, defalarca kemoterapi ve ameliyatlar geçirdi.

Bu yukarıda geçen zorluklardan hepsi değil ama birkaçı üzerinde duralım. Babasının, O küçük yaştayken ölmesi, bir çocuk için bir travma durumu olsa da elbette bunun üstesinden gelinebilir. Daha sonra, ekonomik zorluklar ve bu sebeple yarım, kursağında kalan üniversite heyecanı… Üniversite bitirmiş onca arkadaşımıza, okulu maddi nedenlerle bitiremeseydin ne yapardın sorusuna verilecek iyi bir cevapları olduğunu sanmıyorum. Birand’ ın, eş olarak bir medya patronunun kızını seçmesi elbette büyük bir şanstır; fakat bunun üzerine öz vatanından ayrı, Brüksel’ de geçirdiği 20 yılı öyle küçümsememek gerekir. 20 yıl gerçekten uzun bir süre. Ve O’ nun için de dönüşte bunun ganimeti olarak Trt’ de 32. Gün programını bulmuştur.

Esasen hayat, başta da belirttiğim gibi her an zorluklarla dolu. Birand’ ın, karşılaştığı tüm bu olumsuzluklar karşısında, en son sunduğu haberlerde de gördüğümüz üzere, belki de içinde fırtınalar kopmasına rağmen, hep o gülümseyen, tebessüm eden çehresiyle olumlu bakan kişiliği en büyük yardımcısı olmuştur. birand-kanald-gafBundan bahsetmişken yeridir, bir iki yıl önce, haber sunarken yaptığı gaflar sebebiyle katıldığı birçok Tv programında bir çeşit alay konusu olmuş, farklı zamanlardaki gafları toplu hale getirilip internette izleme rekorları kırmıştır. Hatta son zamanlarında da, sebeb-i ölümü olacak pankreas kanserine rağmen yine ekran karşısına yılmadan çıkabilecek cesareti gösterebilmiştir. Bir çeşit benzetmeyle böylece, 90 dakikalık bir hayat futbolunda, 89.dakikaya kadar sahada koşabilmiş ender hayat futbolculardan biri olabilmiştir.

72 yaşında ve dinç bir adam portresi… Siyasi tarafı, dünya görüşü, karanlık taraflar… Bunların, bu konuşulanların hepsini bir kenara bırakıp, o mücadele ruhunu yakalayabilen, asla vazgeçmeyen, bunun üzerine de gülümseyip duran o adamın portresine tekrar bir bakın. İşte birçok genç/yaşlı meslektaşının, siyasetçinin, iş adamının ve birçok kesimden insanın önünde düğme iliklemesine varsa asıl sebep de tam olarak budur: “mücadele ruhu.” Ahmet Şerif İzgören, “Avucunuzdaki Kelebek” isimli sunumunda da tam olarak bundan bahsederek sunumuna başlamaktadır. İzlememişseniz mutlaka tavsiye ederim. Sokakta ve belki de aynada gördüğümüz, bezmiş, asık suratlı, gözünde hiçbir parıltı kalmamış insanlardan farklı olarak, son dakikaya kadar sahada kalabilmeyi sağlayan yegâne güçtür işte o: mücadele ruhu.

Olumlu bakış açısı için çaba gösteren, zorluklara karşı hiçbir zaman pes etmeyen, dirençli bir kimliğe bürünürken de etraftaki insanlara sırf insan oldukları için değer verip bunu asla ihmal etmeyen, belki son dakikaya kadar olmasa da mutlu olmak için illa son düdüğü beklemeyen ve bu yüzden ayrıca hayat amacı sayesinde gözlerinin içi parlayan bir birey olup, öyle bireyler yetiştirebilmemiz ümidiyle… Öyle olanlara da selam olsun!

1

148 defa okundu.

Büruciye Dergisi Rehberlik Köşesi’nde Yazmaya Başladık

Sivas’ taki bir eğitim kuruluşunun yeni yayına başlayan dergisi “Büruciye” için oluşturulan ve tamamen öğrencilere yönelik olarak faaliyet gösteren rehberlik köşesinde yazmaya başlamış bulunmamın heyecan ve sorumluluğunu yaşıyorum.buruc copy

Aylık yayın yapan dergimizde oldukça özgün, aynı zamanda daha çok pratiğe yönelik, ayrıca derlemenin ötesinde ve özellikle öğrenciye hitap edecek bir dil yapısıyla inşa etmeye çalıştığım yazılarla, derginin zengin içeriğinin yanında sırıtmamak için oldukça gayret sarf ediyorum.

Bu ay 2.sayı için hazırladığım yazı, öğrencilerin ders çalışma programı hazırlarken başvurabilecekleri, dikkat etmeleri gereken püf noktalar üzerinde yoğunlaşmakta. Geçen ay, yani 2012 Aralık ayındaki ilk çıkan sayısında ise tekrar etmenin başarı üzerindeki olumlu etkisine değinmiştim.

Bugünlerde 2013 Şubat sayısı için kolları sıvadık. Yarıyıl tatili kapıda olduğundan sömestre dair bir şeyler karalamak niyetindeyim; ayrıca çalışmalara şimdiden başladım. Blog yazmak ayrı şey ama dergide yazmak apayrı bir duygu imiş gerçekten. Zira yazdığınız her kelime hatta her virgül dahi matbu bir hale gelip, bir vücut bulup insanlarla temasa geçebiliyor. Bundan hareketle yazarların, usta kalemlerin, kadim yazı üstadlarının neler hissettiklerine kıyısından da olsa vakıf olabildim. Bakalım gelecek zamanlarda, gelecek sayılar neler getirecek.

178 defa okundu.

Görsel, İşitsel, Dokunsal Öğrenme Semineri

dsc2604“Öğretmen gelişim seminerleri” kapsamında Edutasyon’ un organize ettiği “Görsel, işitsel ve dokunsal öğrenme stilleri” ve “Zihin haritaları ile hızlı ve kalıcı öğrenme” isimli Küçükyalı Tekden Koleji’ nin ev sahipliğini yaptığı seminerlerde bulundum.

17 Kasım 2012’ de bir gün süren seminerlerde ilk olarak jonklör ve eğitimci Serdar Güven tarafından dikkat ve konsantrasyon çalışması yaptırıldı.

dsc2607Daha sonra asıl konu olan “Her Çocuk Farklı Öğrenir: GİD ile öğrenme (Görsel, İşitsel, Dokunsal Sistem), Melike URAL GÜNTAN’ ın sunumuyla devam etti. Çok etkin bir anlatım bulunmasa da içerik anlamında üç öğrenme stili hakkında detaylı bilgilere yer verildi.dsc2616

Seminerin devamında da yine Melike URAL GÜNTAN’ ın sunumuyla “Zihin Haritalarıyla Hızlı ve Kalıcı Öğrenme” konusu anlatıldı.

Örnek zihin haritalarıyla desteklenen sunumda nasıl etkin not tutmanın günlük hayata bile nasıl uygulanabileceği konularına kadar anlatıldı.dsc2625

175 defa okundu.

Başlayan Her Şey Biter

           Klişe sandığımız, gördüğümüzde veya işittiğimizde yüzümüzü ekşittigimiz bazı cümleler vardır ki aslında nice insana yol göstermiş ve geleceğin belirsizlikleri içinde onların karanlıklaşan hayatına ışık tutmuştur. Başlıktaki söz, işte tam o cümlelerden birisi. Bu yüzden bu cümleyi ve içeriğini güzelce bir ele almak istiyorum.

          Günlük hayatta karşılaştığımız birçok problemimize o kadar çok fiziksel ve zihinsel enerjimizi kanalize ederiz ki sevdiklerimize, etrafımızdaki bizden ilgi ve zaman bekleyen birçok şeyden uzaklaşır, tabiri caizse batarya zayıf bir şekilde karşılarına çıkarız. Artık ne kadar etkin zaman ve alaka verebiliriz aşikardır. Günlük yaşamın adeta vazgeçilmezi olan stres ve yoğun tempo, bunca araza sebep olurken sosyal varlıklar ve ailesi, sevdikleri olan biz insanlar nasıl olacak da onlarla daha güzel vakit geçireceğiz? Çok yöntem ve ipucu olabilir; ancak işte güzel bir ipucu: başlayan her şey biter.

Şimdi konumuzu iki açıdan değerlendireceğim:

     1-Olumlu anlam: Karşılaştığımız her kötü şey biter.

Şimdi hemen hayal ediniz, şimdiye dek sabah akşam kafanızda çözemediğimiz, nasıl yaparım diye kendinizi parçaladığınız kaç tane sorun hâlâ çözülemedi. Bu gerçek, problem anında akılcı düşünmek, her an sorunla yaşamaktan biraz zor hale gelmektedir. Kendimizi teselli etmekten farklı bir şeyden bahsediyorum. Yine gerçek ortadadır ki en büyük meselemiz dediğimiz birçok sorun zaman içerisinde mutlaka bir çözüme kavuşmuştur. Geriye de bizdeki fazladan duyduğumuz endişe ve kaygıdan başka bir şey kalmamıştır.

          Hemen yeri gelmişken aklımıza gelebilecek bir soruya da yanıt verelim. Çözülmeyen veya olumsuz biten problemler ne olacak? Aslında bunun basit yanıtı yine başlık cümlemizde halihazırda mevcuttur: bitmiştir. Fakat elimizden geleni yapmamıza rağmen değişmeyen, kötü bitmiş sorunlarımız için dövünmemizin anlamsızlığı ve bizdeki oluşturduğu huzursuzluğun vehametini anlatmaya hacet olmasa gerek. Elimizden geleni yaptıktan sonra olumsuz ihtimaller bile olsa gerçek, biteceği’ dir. Günümüzü gecemizi karartan çok sorunumuz için bu hatırlanmalı.

     2- Olumsuz anlam: Güzel olan her şey biter.

Bazıları ilk bakışta pesimist bir yaklaşım olarak karşılayabilir yukardaki ifadeyi; ancak kötümser olarak ele almayacağım. Kastım şunlardır ki yarını ve dünü düşünmekten bugünü kaçırdığımız zamanların sayısı hiç de az değildir. Ayrıca yanımızda sevdiklerimiz, iyi insanlar mevcutken varlıklarının bazen farkına bile varamayız. İşte günü kaçırmak ve sevdiklerimizi görememek durumlarına da bir gönderme yapar biteceği gerçeği. Yanındakilerin bir gün uzaklarda olmadan değerinin anlaşılmasını tavsiye eden zaten birçok söz okumuşuzdur. Çok net söyleyebiliriz ki bugünü yaşarken bugünün biteceğini, yanımızdakilerin günün birinde gideceği hakikatini göz önünde bulundurup kıymet bilerek anı yaşamak, onlara sımsıkı sarılmak gerekir. Âtî pişmanlıklarına bu anlamda merhem olabilecek en büyük deva da hatıralar olsa gerek.

          Evet, ister olumlu anlamda düşünelim ister olumsuz, bitme hakikatine vakıf olmak, değeri sonsuz bir erdeme yelken açtıracak bir vizyon kazandırır insanoğluna. Sorunların girdaplarında can çekişirken, akıntıya sevdiklerini de sürükleyen, çevresindeki ve elindeki güzellik ve ayrıca kıymetine paha biçilemeyeceklerin yok oluşuna dövünen onca mutsuz ve umutsuz insan için cümle basit ve manidar: “Başlayan her şey biter!”; bu yazı da…

1

595 defa okundu.

Futbol Üzerine

futbol

Lig boyunca haftada yalnızca 1 futbol maçı seyreden bir kimsenin 10 yılda yaklaşık 1 ayını maç seyretmek için ayırmış olacağını tahmin eder miydiniz? Buradan, izlemeyen kimse atom parçalamıyor olabilir nihayetinde, yorumlarını duyar gibi olsam da; işin içine maç özeti, tartışmalı pozisyonları, gazetedeki haberlerini, transferleri takip etmeyi de katarsak futbola ayrılacak süre sanırım ay değil yıla da tekabül edebilecek. Okumaya devam et

33 defa okundu.

Paşa Torunu Sayısalcılar!

               Bugün, çalıştığım lisede 9. Sınıf öğrencilerimize alan seçimi (yeni adıyla ders seçimi ama neticeye bakmak lazım) başlamadan önce onlara birkaç taktik verdim. Anlattıklarımı ilgi ve dikkatle dinlemelerinin belki de en büyük sebebi kafalarında oluşan, seçecekleri derslerin bölüm ağırlığının ÖSYS kapıyı çaldığında onlara sunabileceği avantaj ve dezavantajları görmeleriydi.

                Açık ve net olarak söylemek mümkün ki ülkemizde sözel bölüm yani sözel ders seçimleri yapılan sınıflar, yapılan son değişiklikle farklı bir bölümden tercih yapıldığında katsayının değişmemesi kararından sonra ihtiyaç kapısı haline geldi. Şöyle ki kendi alanına net veya puan bazında güvenemeyen TM ve MF öğrencileri, TS’ den hiçbir puan kaybı olmadan tercih yapabilir hale geldi. Sayısal öğrencisi, alanı olan sayısaldan bir şeyler yapıp üzerine sözel konuları da koyarken durumum aksi sözel öğrencimiz için mevzubahis değildir. Zaten hali hazırda kendi alanından rakip fazlası olan sözel öğrencileri, başka kulvarlardan birilerinin de yarışa dâhil olmasını sayısal derslerden çakmamakla birleştirerek daha ağır bir külfete giriyor.

                Geçtiğimiz seneki ÖSYM istatistikî verilerine göz atarken, katsayı olayının yani şeklinin sözel öğrencileri açısından doğurabileceği sonuçları tahmin etmek hiç de zor değil. LYS- 3 denilen Edebiyat- Coğrafya testine 2011’ de katılan yaklaşık 650 bin öğrenci varken Fizik- Kimya- Biyoloji’ den oluşan LYS- 2 testine aynı yıl 280 bin öğrenci katılmıştır. Sonuç olarak sayısal bölümü öğrencilerinin akın akın, hiç olmazsa şansını denemek babında bile sözel sınavlarına (LYS 3 ve 4) girmeleri ve belki de oradan tercih yapmaları muhtemel olacaktır. YGS’ den yaptığı sayısal sorularıyla sözel öğrencilerinden daha da öne geçebilecek bu öğrenciler TS’ cileri zor bir girdaba sürükleyebilecektir.

                Alanlara göre (MF TM TS) üniversite taban puanları incelendiğinde de MF girişli bölümlere yerleşme puanlarının diğer alanlara kıyasla daha düşük olduğu, MF’ den yerleşilebilecek bölüm sayısının da çok daha fazla olduğu bilgilerini de ele alarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki şu anki ÖSYS sistemi, öğrencinin sayısal dersleri de belli bir seviyede bilmesini istemektedir. Ama az, ama çok fizik, biyoloji veya matematik bilgisi olmadan güzel bir bölüme yerleşmek, TS mezunu bile olsanız böylesi bir rekabette çok zor hale geldi. Dolayısıyla şu vakit sözel bölüm şeklinde telakki edilen bir kapı, arkasında onca zorluğu aralamaktan daha başka bir şey vaat etmemektedir.

                Ve uzun lafın kısası, muhtarın oğlu-kızı veya paşa torunu olup torpil geçilecek zaman çoktan geçmiş gibi. Fakat bunun imtiyazı sayısal bilmekten geçiyor; ÖSS ile ilişkin varsa sayısal bilmelisin arkadaşım.

120 defa okundu.

Önderler

Yönetim… Hakkında yüzlerce hikâye veya bilimsel kitap bulabileceğimiz, önemli hissettiğimiz konu. Lider-yönetici karşılaştırmaları, nasıl iyi idareci olunur bu ve bunun benzerleri yıllardır dillendirilen ve çok kafa ağrıtan mevzular. Konunun geniş dalları budakları olduğundan burada altını çizmeyi düşündüğüm şey yönetimle altbirimler arası ilişkinin niteliği olacak.

Her yönetici elinin altında, himayesinde veya emrinde bulunan bireylerin kaliteli ve işbilir olmasını ister. Nedeni elbet basit, malum başarı. Ne vahimdir ki kaliteli çalışan isteyen, hem de en iyisinden olsun diyen bazı kısım yönetici, yönetme kısmını sadece isminde taşıyıp faaliyete geçiremeyerek kendinde olmayan kalite vasfını çalışanlarından beklemektedir. Hoş, tabi ki böyle bir beklenti kalitesiz bir yöneticinin de hakkıdır elbette. Ancak var olabilecek kaliteyi yoğuracak, kanalize edecek veya örgütleyecek usta eller ya da gerçek bir yönetici olmadıkça alt birimlerin niteliğinin ne kıymeti ola?

Ne yazık nitelikli çalışanı olup kullanamayan yöneticilere, ne mutlu azı çok yapabilen, sevgiyle önde olan önderlere…

1

52 defa okundu.

Yeni Dönem

İkinci dönem başlıyor! Uzun sayılmayacak bir aranın ardından zil yine çaldı, ders zili. Soğuğun en içten veya samimi şekilde hissedildiği, yaşamakta olduğum şu ilçeden yine samimi günaydınlarıyla içimi ısıtan öğrencilerim de olmasa, hani bahsedilen pazartesi sendromu var ya, onu tatil x pazartesi şeklinde telakki edip kat be kat daha ağır bir ağırlık altına girmemem işten bile değil.

Ve bir de dipnot bugünden kendime: eğer idari kadroya ilerde olur da geçersem okul açılış ve kapanış zamanlarında öğrencilere kısa ve esprili fakat bilgi veren ve yönlendiren bir konuşma mutlaka yapacağım.

Yeni dönem hayırlı uğurlu olsun bizlere…

70 defa okundu.

Dönem Sonu

İşte dönemin son okul günü. Uğurlayacağım öğrencilerimi, “Yine görüşeceğiz, özleyeceğim sizi” deyip uğurlayacağım. Üzüntü? Evet, hissediyorum. Var az çok. Ancak o kadar da yoğunum ki. Her sınıf ve şubeye az sayılmayacak şu tatilde dikkat etmeleri gerekenleri sayıyordum, saymalıydım da.

Hoş, güzel, tatildi. Tatil demek de dinlenmek ve belki de kaba bir tabirle tembellik etmekti. Peki onların tembellik etmeye ve aslında çocuk olmaya imkanları var mıydı? Maalasef! Anlattım onlara, haklısınız dedim ki haklıydılar. Dinlenin, eğlenin. Evet bunları yapın ama unutmamanız gereken bir şey var: sizler bir koşunun, uzun bir maratonun yarışmacılarısınız. İster farkında olun, ister olmayın bu böyle. Yapmanız gereken de öyle sabah akşam derskolik olmak değil, bunu iyi biliyorsunuz. Ve sonra devam ettim; “Notlarınızı göreceksiniz karnenizde ve aslında çoğunu biliyorsunuz şimdiden. Canınızı sıkan notlara sahip arkadaşım var mı aranızda?” denilince çoğu evet anlamında başını salladı. Ve yine “Peki bu cansıkıcı notları bu dönem düzeltip mutlu olmak istiyor musunuz?” diye sorunca yine aynı baş hareketi tepkisini aldım. “şu an bu dönemi bitiren ve sizinle aynı duygu ve düşünceyi paylaşan yaklaşık 17 milyon öğrenci var biliyor musunuz? Çoğu pişman; neden kötü notlarım var, neden notlarım daha iyi değil derdinden. Ve harekete geçmek, düzeltmek istiyorlar. Hissedebilirsiniz onların bu hislerini. Ama inanın bana onlar 2.dönem 1.dönemden daha başarısız bir tablo çizecekler. Gerçekten! Sebebi mi? Sebebi basit; bu tatil sürecinde ilk dönem eksik oldukları hatta belki de hiç olmayan bilgi altyapılarını ele almama hatasına düşmeleri. 2.dönem, 1.dönem üzerine inşa edilir. İlki sağlam olmazsa 2.sinden sağlamlık beklenemez.

Bu sözlerimin üzerine düzenli olarak dönem başından bu yana işlenilen konuları tekrar etmelerini, belli miktarda günlük sorular çözmelerini ve her gün en az 25 dakika kitap okumalarını tavsiye ettim.

45 defa okundu.

Öğret-benim Olur musun…

Yaz tatili, yazın bitmesinden hemen sonra bitti ve bugün milyonlarca öğrenci için –o meşhur mecaz ile- “ders zili çaldı”. Ben, bugünü tam 16 yıl yaşadım, bu seneyle birlikte de 17 oldu. O kadar senedir benim için her şey aynıydı aslında. Erkenden kalktım, imkânlarım nispetince en yeni elbiselerimle okuluma gittim. Yine heyecan… Hem de dışarda beni sırılsıklam eden, sevinç ile adrenalinin karışımı şeklinde bir yağmur vardı. Ayakkabımın içini ve gömleğimi ıslatan işte o sağanaktı. Neyse ki güneş, hala neşeli huzmeleriyle bana kurutma konusunda iyi bir yardımcıydı. Ayrıca ıslaklığı saklayan koyu renkli takım elbisemin de hakkını yemeyeyim.

                Dedim ya her şey aynıydı bende. Ben, etrafımda öğrenciler ve yepyeni bir yıl. Fark mı? Sadece giydiğim elbise ve davranışlarımı kendisine göre şekillendirmem gereken bir öğretmen kalıbı. Ayrıca üzerime bir beden büyük hissettim bu kalıbı. Şimdi şöyle de bir bakayım kendime yakışmış mı diye. Eh, fena değil. Yok, aslında, yakışıklı da sayılırım. Lila renk gömleğim bu konuda bana faydası dokundu, sağ olsun, yani eskimesin. İşte tek fark bol da gelse bu üzerimdeki iki şey, takım elbisem ve rolüm olunca yine hayat aynı devam ediyor, bundan eminim. Ha bir de, sınıf arkadaşları arasında suskun, sessiz duran ve boyu yıllar sonra uzayacak olsa da diğerlerinden kısa olan ve bütün bu olumsuz hissettiği algılara rağmen başarılı bir akademik ilerleme gösteren ben’den daha şanslı bir pozisyondayım. Bunu düşününce şimdi çok çok iyiyim. Acaba bahçede sıraya durmuş, öğretmenlerinin sus telkinlerine boyun eğmek, belki de aylardır göremediği arkadaşlarıyla muhabbeti yarıda kesmek zorunda olan o enerjik, potansiyel cevherlerden birinin hemen orda evrim geçirip boyu uzasa ve üzerindeki elbise de külkedisi misali birden takım elbise olsa, sonra arkadaşlarına sus demeye o da başlar mı. Değilse neden? Veya o, öğrenciler hizayı tam sağlayamadı diye onları azarlayan, bir anda küçülüverse ve kıyafeti de mavi renk bir hale bürünse mükemmel bir hiza ustası olup azar yemez miydi? Değilse neden? Geleceğin insanlarını terbiyeli, sus deyinde susan, iyi hizaya giren insanlar üretmenin derdine girerken yoksa işin içine kişisel hislerimiz mi giriyor, ya da ne kadar da çok giriyor. Doğru! İnsan fıtrat itibariyle duygularından kendini soyutlayamaz ama…

                Diyorum ki, oradaki yaramaz afacanla öğretmenin arasındaki fark, aslında büyüme ve gelişmenin dışında hiçbir şey. Bu aynılığı bilen eğitimciler, yarının eğitimcilerini daha sağlıklı iletişimlerle –yani eğip bükmeden ve toleranslı- şekilde süreci sürdürecektir. Dolayısıyla, bundan bin yıl önce  yirmi yaşındaki bir insanla bin yıl sonraki insan aynılar. Bu içgörüyle yaşayan münevver insanlarla aydınlık bir geleceğe adım atmak temennilerimle…

19.09.11

Tunahan

1

69 defa okundu.